MENÜ
(Sayfa Yapım Aşamasındadır.)

Friday, February 23, 2007

8- Mevlana 1207 - 1273

BÜYÜK bir İslam mederrisi olan Celaleddin-i Rumi'nin yaşantısını kökünden sarsan olay, 25 Kasım 1244 günü Konya'da, tasavvuf dünyasının ulu bir kişi olan Tebrizli Şems ile tanışmasıyle meydana geldi. 'Tasavvufun iki büyük denizinin birbirine karışması' olarak nitelendirdiği bu karşılaşmadan sonra Celaledin-i Rumi medreseyi de, kendisine yürekten bağlanmış olan öğrencilerini de yüzüstü bırakıp Şems ile bitip tükenmek bilmeyen bir sohbete daldı. Bu iki can dost adeta birbirini tamamlamış ve irşat etmişlerdi. Bu sohbet ve sema bitmek bilmiyordu adeta. Sema, aşıkların gıdasıydı, sözden eyleme geçiş, kötülüklerden arınmaydı. Mutluluğun en ulusuna erişmişti Şems ile sohbet ve semada... Çoştu, çağladı, taştı, söyledi ve söyletti...



    Bu hal Mevlanayı seven öğrencileri arasında kıskançlığa yol açmıştı. Büyük insanı kendilerinden uzaklaştıran Şems'i tehdit ile onu Konya'dan uzaklaşmaya mecbur bıraktılar. Şems'in gidişi Mevlanayı yakıp kavurdu. Onda ilahi bir güzellik ve zeka buluyordu, bu ateş içinde en güzel şiirlerini terennüm etti. En yakıcı feryatlar kopardı. Bu durum karşısında oğlu Sultan Veled, yanına aldığı yedi kişi ile diyar diyar dolaştı, nihayet Şam'da bulduğu Şems'i tekrar Konya'ya getirdi. Ancak bu dönüşten sonra Mevlana büsbütün tasavvuf denizinin içinde yuvarlanmıştı. Nihayet Şems, aralarında Mevlana Celaleddin-i Rumi'nin diğer oğlu Alaeddin'in bulunduğu bir muhalif grubun hazırladığı tuzak neticesi ortadan kaldırıldı. Şems'in 5 Aralık 1247 günü yedi kişi tarafından öldürülerek bir kuyuya atıldığı söylenir. Bir başka rivayete nazaran da Şems kendiliğinden Konya'dan uzaklaşmıştı.



    Şems'in bu gidişinden ve ortadan kayboluşundan sonra perişan hale gelen Mevlana kendisini tamamen şiir, musiki ve semaya verdi. Yazdıklarında Şems ile kendini aynı insan olarak görüyordu. 'Vahdet-i vücut (varlıkta birlik)' felsefesinin tabii bir sonucu olan bu görüş ve gösteriş, Mevlana'ya büyük bir lirizm kazandırdı.



    Mevlana, Şems'in ölümüne bir türlü inanmadı. Fakat onu görememenin, onun hasreti içinde 'Divan-ı Kebir' adını taşıyan büyük eserini yazdı. Daha sonraları kuyumcu Selahaddin'i hemdem edinmiş, onun da vefatıyle aşkının zirvesine ulaşmıştı. Etrafına büyük kitleleri toplayan Mevlana bundan sonra Konya Ahilerinin şeyhi Çelebi Hüsameddin'i naip olarak yanına aldı. Mevlana altı ciltlik muhteşem eseri 'Mesnevi'yi onun teşvikiyle yazdı ve büyük bir kısmını ona dikte ettirdi.



    1273 yılında 'Sultanlar Sultanı' Mevlana Celaledin-i Rumi, şiddetli bir humma ile yatağa düştü Selçuk Sultanı, sarayın en ünlü hekimiolan Mevlana Kemaleddin ile Gazafer'i ona bakmakla vazifelendirmişti. İki doktordan başka Hüsameddin Çelebi, oğlu Sultan Veled, Şeyh Sadrettin ve Kadı Seraceddin bir an olsun başından ayrılmıyolar ve soğuk su ile alnını ayaklarını, kollarını ovarak hararetini gidermeye çalışıyolardı. Mevlana şiddetli ateşe rağmen şuurunu muhafaza etmekteydi ve yanındakileride teselliden geri kalmıyodu: '--Kendinizi üzmeyin... Hastalığımız bizi bu alemden ayıracak başka bir sebepten başka bir şey değildir...'



    'Sultanlar Sultanı' 17 Aralık 1273 pazar günü hayata gözlerini yumduğu zaman bütün Konya hudutsuz bir üzüntüye garkoldu, cenazesi hiç bir faniye nasip olmayan ulvi bir merasimle kaldırıldı. Ona bağlanan, ona inananların tek tesellisi, ölümün bir ayrılık olmadığı görüşünde toplanıyordu. Bu yüzden o geceye ayrılık gecesi diyemediler: ' Şeb'i arus - Gelin Gecesi ' sıfatını verdiler.



    25.618 beyitlik 'Mesnevi'si, 12 divanı ihtiva eden 'Divan-ı Kebir'i ve sayısız eserleriyle Türk tasavvuf edebiyatında da ölümsüzleşen Mevlana Celaledin-i Rumi'ye inananlar onu görüşlerinin ışığı altında Mevlevi tarikatını kurdular. Müzik ve raksa bünyesinde yer veren Mevleviliğn merkezi ise Konya oldu. O, kapılarını her dinden gelen kişilere açmıştı, Mevlevi tarikatına da her dinden kişiler girdiler.


    

Gel, yine gel!
Ne olursan ol,
İster kafir ol, ister mecusi
İster yüz kerre tövbe etmiş ol,
Umutsuzluk kapısı değil bu kapı,
Yüz kerre tövbeni bozmuş olsan yine gel!




Thursday, February 22, 2007

7- Cengiz Han 1155 - 1227



OYMAK BEYİ Bahadır'ın karısı Ulun Hatun 1155 yılında bir erkek evlat dünyaya getirdiği zaman, bebeğin bir elinin yumruk gibi sıkı sıkıya kapalı olduğu görülmüştü. Minicik yavrunun yumruğu zorlukla açıldığı zaman avcunun içinde pıhtılanmış kanı görenler 'Bu çocuk büyük bir cihangir olacak, avcunun içindeki kan buna işarettir.' dediler.



     Ancak Timuçin adı verilen çocuk daha on iki yaşını doldurmadan babası hayata gözlerin yumdu. Bereket versin ki anası Ulun Hatun zeki ve becerikli bir kadındı. Oymağı dağılmaktan kurtardı, oğlu büyüyyene kadar işi o idare etti. Ve Timuçin delikanlılık çağına geldiği zaman oymağın idaresini ona bıraktı. Babasından kalan oymak ne kuvvetli bir devletti, ne de doğru dürüst bir ordusu vardı. Timuçin'in ilk işi sağlam disiplin altında kuvvetli bir ordu meydana getirmek oldu. Bu uğurda yıllarını harcadı, fakat başardı.



     Önce çevresindeki oymakları emri altında toplamak istedi, bu yüzden ilk savaşlarını verdi ve ilk zaferlerini kazandı. Sonra Moğolistan'a hakim olmaya geldi sıra. Yaman bir cengaver ve iyi bir kumandan olan Timuçin bunu da başardı. Uzun savaşlardan sonra Doğu ve Batı Moğalistan'ı egemenliği altına aldı. Bunu için 47 yaşına kadar iç mücadele yapmak zorunda kaldı. 1202 yılında bütün Moğolistan'a hakim olduktan sonra, bütün Moğol ve Tatar hanlarının iştirakiyle yapılan kurultay'da kendisine Han unvanı verildi. Böylece Timuçin, Karakurum'da hükümdarlık tahtına çıktı. 1206 yılında yapılan Kurultay'da bir Şaman(kahin) kendisine 'Cengiz Han' adını verdi. Gökyüzünden geldiğine inanılan bu isim 'Başbuğlar başbuğu' anlamına gelmekte idi.



     Cengiz Han işte bu tarihten sonra geçen yirmi yıllık süre içinde, dünyanın en büyük devletlerinden birini kurmayı başardı. Bu arada büyük istila harekatınada girmişti. Önce Çin'i istila etti ve bu devletin merkezi Hanbalık'ı (bugünkü adıyla Pekin) fethetti (1216). Yaptığı büyük fetihler sonucu Uygurlar, Kalmuklar ve Karahitaylar da Cengiz Han'ın emri altına girdiler.



     Bundan sonra emrindeki 200bin kişilik Türk Moğol ordusuyla batıya döndü ve İslam alemine doğru yürümeye başladı Cengiz Han. 1220 İran ve Türkistan'da Büyük Selçuklulara halef olan Harzem-Şah Doğu Türk Hakanlığını yıktı, sonra Orta Asya ve Anadolu'daki bütün küçük devletleri o kudretli istila ordusuyla ezip geçti. Böylelikle kurduğu devletin sınırlarını Çin Denizi'nden Karadeniz'e kadar uzatmayı başardı.



     Cengiz Han daha sonra Kafkaslar'dan Rusya'ya geçip orada dağınık halde bulunan Türk oymaklarını bir bayrak altında toplayarak tarihin en büyük Türk devletini ortaya çıkardı.



     Cengiz Han'ın Börte, Kulan, Yesügen ve Yesüy adlarında dört Başkadın ı bulunurdu. Uzun boylu, iri yapılı, geniş alınlı ve sert bakışlı bir insan olan bu büyük hakanın dört oğlu vardı. Ve eski bir Türk - Moğol geleneğine uyarak ülkesini, daha sağlığında iken bu dört oğlu arasında taksim etti. Kedni yerine üçüncü oğlu Ügeday ( veya Önder Bey)'i geçirdi. Cüci'yi avcı başı, Çağtayı örf ve kanun uygulayıcısı, Tuluğ(veya Tüluy'u) da savaş bakanı yaptı. Kısa bir süre sonra Cüci ve Tuluğ'un araları açıldı. Hatta Cüci babasına karşı bir ihtilal hazırladığı dahi söylendi. Ancak Cüci'nin genç yaşta ölümünün sebebi anlaşılamadı.



     Cengiz Han, 1225 yılında Hsia devletine karşı bir sefer düzenledi. Bu onu son seferi oldu. Daha Hsia düşmeden büyük cihangir, Kansu bölgesinde hayata gözlerini yumdu. Cesedi Moğolistan'a götürüldü. Orada, Kerulen ve Onon kaynaklarının yakınında , Burhan - Haldun dağlarının bir köşesinde Toprağa verildi. Türk - Moğol geleneklerine göre mezarı gizli tutuldu. Kendisinden sonra gelenlerde bu dağlarda çeşitli noktalara gömüldüler. Ne, büyük cihangir Cengiz Han'ın, ne de diğerlerinin mezarlarını yeri belli oldu.



     Ölümünden sonra oğulları ülkenin yönetimini üzerlerine aldılar. Ulus adı verilen ülkeyi dörde böldüler, onlardan sonra gelen çocukları da yeni yeni devletler kurdular. Bunların en ünlüleri Cüci'nin oğullarında Batu Han'ın kurduğu Altınordu, diğer oğlu Togay Timur'un çocuklarının kurduğu Kazan ve Kırım Hanlıkları , Tuluğ'un oğlu Hulagü Han tarafından kurulan İlhanlılar devletidir.



Friday, February 16, 2007

6- Kaşgarlı Mahmut ONBİRİNCİ ASIR

MAHMUT KAŞGARİ diye eski kitaplarda adı geçen ve Kaşgar'da doğmuş olan Mahmut'un hayatı üzerinde pek az biligi vardır. Ama bütün Türk illerini gezdiği ve altı bölümde topladığı Türk lehçelerini doğu-batı lehçeleri diye gruplandırdığı eserine yazdığı ön sözden anlaşılmaktadır. Mahmut bu seyahatlerini tamamladıktan sonra Maveraünnehir'den çıkmış ve Bagdat'a kadar gelerek Abbasi sarayında kendisine gösterilen itibara karşılık, Türkçe öğrenmek isteyen Araplar için sözlük hazırlamağa başlamıştır. O çağda Araplar, din yoluyla Asya doğru otorotilerini genişletiyorlardı. Buna karşılık Müslümanlığı kabul edeli henüz yüz yıl bile olmayan Türkler, silahları, askerleri ve ilim güçleriyle kabul ettikleri dinin yayılmasına yardımcı olmaktıydılar. İşte Kaşgarlı Mahmut, Türk ülkelerinde başarılı oldmaları ve beraber çalıştıkları Türklerle anlaşabilmeleri için o zamanın Arapçasından çok daha zengin ve renkli olan kendi ana dilini Araplara öğretmek için eserini meydana getirmiştir.



     Divan ü Lugat-it Türk, bir önsözle sözlük kısmından meydana getirmiştir. Önsözde yazar Türk dilinin tarifini, lehçelerin özelliklerini sayar ve dilbilgisi kurallarını, Arapçadakilere kıyasla gösterip tesbiteder. Ana dilin Arapçadan çok üstün olduğunu söyler ve örnekler verir. Bu arada, o bilgileri nasıl elde ettiğini, nasıl bütün memleketleri gezip dolaştığını da anlatır.



     İkinci, yani sözlük bölümü, Türkçe kelimelerin Arapça izahlarını kapsar. Bu sebeple, eser, Arapça yazılmış bir Türkçe sözlüktür. Arapça dilbilgisi şekillerine göre sıralanmış 7500'den fazla kelime hakkında açıklama yapmıştır.



     Büyük bilgin kelimelerin açıklamalarını yaparken kelimelerin nerelerde ve hangi anlamlarda kullanıldığını göstermiştir. Bu esere ve onu izleyen başka eserlere kadar yazılı edeiyat örneklerimiz bilinmediği için, daha önceki yüzyıllara ait sözlü edebiyat örneklerini Kaşgarlı'nın kitabından öğrenmekteyiz. Sagu denilen ağıtlar, koşuk dediği koşmalar, sav dediği atasözleri ve nazım şekillerinden başka verdiği destan örneklerine bakarak mesela Alp Ertunğa adındaki destanlaşmı kahramanın varlığını da yine Divan ü Lugat-it Türk'ten öğrenmiş bulunuyoruz. Bu sebeplerden dolayı Kaşgalı Mahmut'un Divan ü Lugat-it Türk'ü hem dil, hem edebiyat, hem toplum ve sosyoloji tarihimiz bakımından çok önemli belgeler toplayan bir kaynaktır.



     Ancak bu kaynak 1910 yılına kadar bilinmiyordu. Gerçi Katip Çelebi'nin 'Keşfüzzünun' adlı bibliyografyasında Kaşgarlı Mahmut'tan da sözedilmiştir. Ama bu bilgi çok sınırlıdır. Vanizade Nazif Paşa'nın yakınlarından bir hanım, 1910'da İstanbul'da ki Sahaflar Çarşısı'nda dolaşırken bu dev eseri tozlu raflarda bulmuş ve satın almak istemiştir. Elindeki ganimetin kıymetin kadrini ancak o zaman anlayazn kıtapçı 25 altına kadar yükseltmiş, hanım da bunu alamamıştır. Ama işi Maarif Nezareti'ne duyurmuştur. 'Neidüğü belirsiz bir kitaba avuç dolusu altun verilemeyeceği' gerekçesiyle Nezaret, eseri satın almayı reddetmiştir. Haber kitap delisi merhum Ali Emiri Efendi'ye intikal etmiştir. Kitaplarını millete hediye ederek Fatih Millet Kütüphanesini kurmuş ve ilk müdürlüğünü yapmış olan Ali Emiri Efendi, kitapçıyı tetkik ettikten sonra adamı kütüphaneye kitleyerek para tedarikine çıkmıştır. İşte böyle borç harç satın alınan Divan, uzun zaman Ali Emiri Efendi'nin kıskanç titizliğiyle kütüphanede saklanmıştır. Efendi, eserin basımına ancak Sadrazam Talat Paşa'nın ricası üzerine razı olmuştu.



     Eldeli yazma, Kaşgarlı Mahmut'un el yazısı olmamakla beraber ondan 192 yıl sonra Şamlı Mehmet adında usta bir hattat tarafından yazılmış yer yeryüzünde tek nüshadır. Kaşgarlı, eserini Araplara kabul ettirmek için iki yerde, Peygamberin iki hadisini zikrede ki, şunlardır:


     'Yüce Tanrı: Benim bir ordum var ki ona Türk adını verdim. Onları doğuda birleştirdim. Bir millete kızarsam cezalandırmak görevini onlara veririm' buyurmuştur.


     Yüce Tanrı: Türkçe öğreniniz, çünkü Türkçenin uzun bir saltanatı vardır.. diye buyurur.



     'Divan ü Lügat-it Türk' dünyanın her yanında, türkoloji ilmiyle uğraşan pek çok bilgin için paha biçilmez bir kaynak olmuştur. Üzerinde şimdiye kadar yerli, yabancı uzmanlar çok çeşitli incelemeler yapmışlardır.

Thursday, February 15, 2007

5- Alparslan 1030 - 1072

SELÇUK BEY'in torunu olan Selçuklu Hükümdarı Tuğrul Bey, 1063 yılında hayata gözlerini yumarken, tahtını, pek sevdiği ve büyük bir kabiliyet gördüğü yeğeni Alparslan'a bırakmıştı. Böyel vasiyet etmişti. O zamanlar Alparslan, 33 yaşında, yiğit yürekli bir er kişiydi. Tahta çıkışını önce, taht sırası kendisinde olan Süleyma bey, sonra da büyük vezir hoş karşılamadı. Alparslan önce onlarla mücadele etmek zorunda kaldı. Yendi, yola getirdi onları.. bu asi davranışlarını. Sonra karşısına kardeşleri , yeğenler, yakın akrabalrı çıktı. Onların hepsiyle savaşmak zorunda kaldı. Teker teker hepsini yendi. Esir etti. Sonra onları da bağışladı. Affetme, onun bariz karakteri idi.



     İç meselelerini halleden Alparslan, 1064 yılından itibaren sefere başladı. Ordusuyla önce Buhara'ya girdi. Sonra da Harzem'i fethetti.



     Bu büyük Türk istilası Bizanslıların gözünü korkutmuştu. Ne pahasına olursa olsun onu durdurmak, bu topraklardan atmak, tehlikesiz hale getirmek, hatta ortadan silmek gerektiğine inandılar. Bizans İmparatoriçesi Odoksiya bu yüzden, cesaretiyle ün yapmış kumandan Diyogenes Romanos ile evlendi. Böylelikle hem tahtınıda sorumluluğu beraber paylaşacakları yürekli bir insan, hem de ordularını yönetecek kahraman bir başkumandan kazanmış oluyordu. Alparslan'ın 1071 yılı baharında güneye doğru yeni bir sefere hazırlandığını haber alan Bizanslılar, bunu kaçırılmaz bir fırsat bildiler. General Diyogenes Romanos, 200 bin kişilik muazzam bir ordu kurarak Alparslan'ın üzerine yürüdü.



     Tarihin seyrini değiştiricek iki ordu Van gölünün kuzeyindeki Malazgirt ovasında karşı karşıya geldiler. Alparslan her şeyden önce barış taraftarı idi. Bu yüzden en yakın adamlarından olan Sevük Tekin'i sulh elçisi olarak General Romanos'a gönderdi. Genarel Romanos, Alparslan'ın kendisinden kortuğu için Sulh istediğini sandı. Bunun şımarıklığı içinde, Sevük Tekin ile alay etti:
'- Biz Isfahan'a gidiyoruz. Şurada atlarımızı biraz dinelendirelim, dedik. Sulh meselesini ise artık Horasan'da görüşürüz. Fazla vaktim yok. Sizi Horasan'da bekleyeceğim...' dedi.



     Savaş artık kaçınılmaz bir hal almıştı. Horasan'a kadar bütün Türk topraklarını alacağını söyleyen bu Bizanslı şımarık genarele haddini bildirmenin zamanı gelmişti. Alparslan, o gün beyazlar giymişti.Harp meclisini topladı.


     
'Sulhu kazanamadıysak, savaşı kazanacağız. Ok ve yaylarımızı bırakıp yakın savaşa gireceğiz...
Düşmana kılıcım, kılıcım olmazsa pençem yeter. İşte şehitlik kefenimi giydim. Şehit olursam beni düştüğüm yere gömünüz ve oğlum Melik Şah'ın etrafında toplanınız.'
dedi.



     Alparslan'ın imamı Buharalı Muhammed bin Abdül melik:

Sen İslamiyet uğruna bir Cihada giriyorsun Sultanım. Bütün Müslümanların dua ettikleri Cuma günü savaş'a başla. Allah zaferi senin adına yazsın diyerek zafer için dua etti.



     Türk Ordusu, 26 Ağustos 1071 günü yalın kılıç düşmanın üzerine atıldı. Bizanslılar karşı tepelerin eteklerine sırtlarını vermiş beklemekte idiler. Alparslan çok isabetli bir kararla düşmanı üzerine çekmeyi beklememiş, bilakis kendisi sayıca çok daha kalabalık düşmanın üzerine yürümüştü. Türk oğlu, tarihinin en yaman bir savaşını verdi Malazgirt ovasında. Harbin talihi kısa bir zamanda Alparslan'ın tarafına döndü. Bizans'ın o güçlü ve mağrur ordusu darmadağınık oluverdi.Ölenler öldü, kılıç artıkları ise esir edildi. O dev ordu mahvolup gitti. Esir edilenler arasın da mağrur ve şımarık kumandan Romason da vardı. Alparslan, huzuruna getirilen General Romanos'a saygı ve yakınlı gösterdi. Kendisini teselli etti. Bir süre konuştular, sonra Alparslan:
'Beni esir etseydin neyapardın? ' diye sordu Bizanslı başkumandan:
'Belki öldürür, belki de sokaklarda teşhir etmek üzere seni İstanbul'a götürürdüm.' cevabını verdi. Muzaffer kumandan, acıyan nazarlarla Romanos'a baktı:
'Benim cezam ise daha ağır olacak...Seni bağışlayacağım. Serbestsin!' dedi...
Alparslan ertesi yıl Horasan'da Mevr şehrinde bir suikasde kurban gitti. Orada toprağa verildi.Türbesinde şu kitabe vardır:
'Alparsla'ın göklere yükselen azametini görenler bakınız. Şimdi o, şu kara toprağın altındadı...'



4- İbni Sina 980 - 1037




     İBNİ SİNA, daha çocukluğunda, çevresini hayretlere düşüren bir zeka ve hafıza örneği göstermiştir. Küçük yaşta çağının bütün ilimlerini öğrenmişti. Gündüz ve gece okumakla vakit geçirir, mum ışığında saatlerce, çoğu zaman sabahlara kadar çalışırdı. Pek az uyurdu.Kafası öyle doluydu ki, uyanıkken çözemediği bir takım meseleleri uykusunda çözer ve uyandığı zaman cevaplandırılmış bulurdu. Devrinin büyük bilginleri gibi o da, her alanda okumuş, öğrenmişti.



     Bir keresinde, Aristo metafiziğni inceliyordu. Defalarca okuduğu halde bir türlü esasını kavrayamamıştı. Buhara çarşısında gezerken yaymacıda bir kitap gördü. Mezat tellalı, bunu satın almasını, bu sayede birçok meseleyi kolayca halledebileceğini söyledi. Bir mezat tellalını bildiği kitabı bilmemek İbni Sina'ya çok güç geldi. Onun okuma huyunu herkes öğrendiği için, bilhassa kitap satıcıları kendisini tanıyorlardı. İbni Sina, kendisine tavsiye edilen Farabi'nin Aristo'ya ait şerhini satın aldı. Bir defa okumakla, o çözemediği noktaların büyük bir açıklığa kavuştuğunu gördü: 'Şükür Sana Yarabbi!' diye secdeye kapandı ve Farabi'nin yolunda fukaralara sadaka dağıttı. Oysa İbni Sina doğduğunda Farabi otuz yaşındaydı ve bu olay geçtiği sırada da hayattaydı.



     
İbni Sina, Saman devleti hükümdarı tarafından, Buhara'daki devlet kitaplığı memurluğuna tayin edilmişti. Bu sayede pek çok eseri elinin altında bulduğu için vaktini kitap okumak ve yazmak için geçirirdi. Hükümdar öldüğü zaman o, henüz yirmi yaşındaydı ve Buhara'dan ayrılarak Harzem'e gitti. El-Biruni gibi büyük bir şöhret ve değerin, onun çalışkanlığına, bilgisine değer vermesi, kendisini yanına kabul etmesi, beraber çalışması, hakkında kıskançlığa yol açtı. Bu yüzden takibata bile uğradı. Harzem'de barınamayarak yeniden yollara düştü. Şehirden şehre dolaşa dolaşa nihayet Hemedan'a kadar geldi ve orada karar kıldı.



     İbni Sina, çoğu fizik, astronomi ve felsefeyle ilgili olarak yüzden çok eser yazmıştı. Farsça olan birkaçı dışında hepsini Arapça'dır. Çünkü o devirde ilim eserlerini Kur'an yazmak adetti. Arapça'ya bu bakımdan değer verildi. Bilhassa tıp ilmine dair araştırmaları son derece orjinal ve doğrudur. Bu yüzden doğu ve batı hekimliğine kelimenin tam anlamıyle, 600 yıl, hükmetmiştir. Kendisinden sonra yetişen Gazaili, Farabi'yi ondan öğrenmiştir. Düşünce ve anlayış bakımından İbn-i Sina, Farabi ile İmam Gazali arasında bir köprü vazifesi görür. Yunan felsefesini İslam ilmi olan Kelam ile, yani Tanrı bilgisiyle bağdaştırmaya uğraştırmıştır. Eğer o gelmeseydi, Farabi'nin kurduğu temel Gazali'nin yorumuyle gelişemeyecek, arada büyük bir boşluk hasıl olacaktı.



     
Eserleri batı dillerine Latince yoluyle çevrilerek Avicenna diye şöhrete ulaşan İbni Sina, yanlış olarak bir süre Avrupa'da İranlı hekim ve filozof olarak tanınmıştır. Bunun da sebebi, eserlerini Türkçe yazmamış olmasındandır... Bununla beraber, batılılar da kendisini Hakim-i Tıb, yani hekimlerin piri ve hükümdarı olarak kabul etmiştir. 16 yaşındayken pratik hekimliğe başlayan İbni Sina, Resmi saray doktorluğu da yapmıştır. Ama şöhreti her ne kadar tıp ilmiyle ilgiliyse de asıl kişiliği, Ortaçağ'da uzun süre tartışma konusu olan Tanrı varlığının mutlak bir zorunluluk olduğu konusundaki Kalem meselelerine getirdiği kesin çözüm yolundan ileri gelmektedir.



     Matematik, astronomi, geometri alanlarında geniş araştırmaları vardır. İnsan bilgisinin Tanrı'yı ve kainatı mutlak şekilde anlamağa elverişli olmadığını söylerken, aklın varlığını kabul eder. İnsandan bağımsız bir ruhun varoluşu, İbni Sina'ya göre Tanrı'dan yansıyan bir delildir.



     İbni Sina, tıp araştırmaları yaparken bazı hastalıkların bulaşmasında göze görünmeyen birtakım yaratıkların etkisi olduğunu, yani mikropların varlığını sezmiş ve bu bilinmeyen mahluklardan eserlerinde sık sık bahsetmiştir. Mikroskopun henüz bilinmediği bir devirde böyle bir yargıya varmak çok ilginçtir.



     İbni Sina'yı kafir saymak ve küfürden dolayı cezaya çarptırmak isteyenler de vardı. Onun şarap içtiğini ileri sürerek sövüp sayanlar da çoktu. Bu ithamlardan üzülen İbni Sina güzel bir şiirle düşmanlarına meydan okumuş ve kendini hoş bir şekilde müdafaa etmiştir.

Wednesday, February 14, 2007

3- Farabi 870 - 950


Yaşadığı devirde ilim dilinin Arapça olması yüzünden bütün eserlerini Arapça kaleme alan Farabi, doğu aleminin ve Türklüğün ilk büyük 'Fikir adamı' sayılır. Aynı devirlerde batı dünyasında ilim dilinin grekçe ve Latince olması yüzünden bütün batı ilim adamlarının eserlerini bu dillerde yazdıkları göz önünde tutulursa, Farabi'nin Türk olduğu halde Arapça eser yazmasını kınamak doğru olmayacaktır. Üstün bir zeka ve kabiliyete sahib bulunan Farabi, Bağdat'ta yaptığı yüksek öğrenimi sırasında Arapça, Farsça, Grekçe ve Latince'yi ana dili gibi öğrenmiş, bu lisan zenginliğini çeşitli dallardaki çalışmalarıyla bir kat daha değerlendirmişti. Bu arada Yunan felsefesini de inceledi. Bu konunun büyük üstadı Aristo'nun eserlerini, aslından çok daha anlaşılır şekilde şerhetti. Bu yüzden doğu alemine değil, batı alemi de kendisini, Aristo'dan sonra gelen 'Hoca-i sani' olarak kabul etti.



     Farabi, eski felsefeyi yeni felsefeye aktarırken dösterdiği büyük ustalık da dikkati çekmişti. bu nedenle Montesquieu ve Spinoza gibi ünlü fikir adamları da onun etkisi altında kaldılar.



     
Felsefeye mantık yoluyla giren Farabi, genellikle 'Metafizik' üzerinde durdu. Din ile Felsefeyi birbirinden ayıranlara karşı dururken bu iki kavramın birbirinden ayrılmaz iki bütün olduğu tezini savundu. Hayatı boyunca dini, felsefenin temel taşı saydı. Bu arada İslam Dinine felsefe anlayışı sokarak İslam felsefesini ortaya çıkardı.



     Farabi'nin tek ve şaşmaz ilkesi 'Varlığın ilk sebebi' idi. Ona göre insan, gerçeğe varabilmek için mutlak surette dış alemle ilişkisini keserek manevi alemini arındırabilirdi. Aşk ise felsefede işte böyle bir ifadenin gerçekleşmesinde yardımcı etkendi. Aşk, insan benliğinin geçici bir eylemi değil, bütünüyle gerçeğe, yani Tanrı'ya bağlanmaktı. Varlıkların özü Tanrı'dan geliyordu. Daima şöyle derdi;
'Evrenin tümünü kavramak isteyen bir kişi, önce insana bakmalıdır. Çünkü bütünüyle varlık kavramı ruhta belirmiştir. Tanrı, varlıkların en büyüğü ve en son kademesidir. Bütün insanlık onun özünde birleşmektedir. Varlığı başka varlıkla kıyaslanmayacak kadar mükemmeldir. Akıl, Tanrı'nın özünden gelir. Ahlakın temeli ise bilgidir...'


     
Akıl, edindiği bilgilerle iyiyi, güzeli, kötüyü ayırır. İnsan için en yüksek erdem olduğuna göre, en yüce kat'tan gelen akıl, davranışlarımızda gerekli doğru yargıyı verebilecek güçtedir..





     
Bu büyük ilim adamı, ilimleri iki bölümde inceledi. Bunlardan birincisi teorik ilimler ki, içinde metafizik, mantık ve biyoloji bulunur. Diğeri pratik ilimlerdir. Bu grupta da ahlak, siyaset, musiki ve matematik yer alır. Farabi, Aristotales'in ilim dediği 'hitabet' ve 'şiiri' bu sınırın dışında bırakır.



     
941 yılında Halep'e gelen orada hüküm sürmekte olan Hamdanoğulları'ndan Seyfüddövele Ali adlı bir Türk beyi ile tanıştı.İlminin ününü işitmiş Türk beyi, onun enginşahsiyetine de hayran kald. Farabi'yi ağırlamakta kusur etmeyen Bey, onun Halep'e yerleşmesini sağladı. Fakat kendisine vermek istediği yüksek maaşı kabul ettirmedi. Ömrü boyunca mütavazi bir hayat süren Farabi, yevmiye olarak ancak dört dirhem gümüş aldı.



     
Halep Beyi'nin büyük hayranlığını kazanması bu büyük kültür merkezi ile civarında bulunan yerlerdeki bilginlerin kıskançlıklarını körükledi ve pek küçümsedikleri bu büyük bilgin ile imtihan olmaya kalkıştılar. Bey'in huzurunda yapılan bu imtihanda Farabi, bütün konularda büyük üstünlüğünü ortaya koydu. Bunu kendisiyle imtihan olmak isteyen kişilerde kabul ettirdi. O kadar ki, imtihana gelen ve kendilerini bilgin zannedenlerin hepsi, bu imtihan sonunda öğrencisi olarak Farabi'nin yanında kaldılar.



     
Farabi aynı zamanda musiki alanında da büyük bir üstad idi. Kanun adı verilen müzik aleti onun buluşudur. Ayrıca rübap denilen çalgıyı da geliştiren ve bugünkü şeklini veren odur. Şark musikisinin nazariyelerini 'Büyük Musiki Kitabı' adlı eserinde gösterdiği gibi, birçok besteler de yapmıştı.



     
Arap ülkelerinde yaşamasına rağmen mütavazi hayatının yanısıra Türkistan Milli kıyafetini de asla terketmedi. Hep bu kıyafet içinde göründü. Seyfüddövle Ali Bey'in Şam'ı fethetmesi üzerine Farabi onunla birlikte Şam'a gitti. Ömrünün son günlerini orada geçirdi. 80 Yaşında Şam'da vefat etti.

Tuesday, February 13, 2007

2- Attila 395 - 453

      Tıpkı Büyük İskender gibi, bütün Dünyaya hakim olmak ihtirası ile dopdolu bulunan Attila, bu büyük emelini tamamen gerçekleştiremedi ama, tarihin tanıdığı en ünlü, cihangirlerden biri oldu.



     Gençliğini barış için rehine olarak Roma'da geçirmiş, bu yüzden Roma kültürünün yanısıra, zaaflarını ve karakterlerini incelemiş, latinceyi de ana dili gibi öğrenmişti. Hükümdar olduktan sonra , Romalılar hakkındaki bütün bu bilgilerini en iyi şekilde değerlendirmeyi başardı.



     Attila, önceDoğu Roma'yı hedef aldı. Bizans üzerine yürüdü. Kendisinden aman diliyen imparatoru yıllık vergiye bağladı. Bir süre sonra vergisini ödemeyen imparatora, bunu pek pahalıya ödetti.Balkanlardan Mora'ya, ordan İstanbul kapılarına kadar olan bölgeyi ele geçirdi. Bizanslılar vergiyi iki katına çıkartarak vergiyi iki misline çıkartarak İstanbul'u kurtardılar. Fakat, bu arada Bizans imparatoru III. Valentinianus, bir suikastçi göndererek Attila'yı öldürtmeye teşebbüs etti. Bu teşebbüs akim kaldı. İmparator bu kez kendi emriyle, suikasti hazırlayn adamın kafasını kestrip Attila'ya göndermekle, kendisini temize çıkartmaya kalkıştı.. Bu arada III. Valentinianus'un hayatı boyunca evlenmemeye mahküm ettiği kız kardeşi, rahibe olarak kapatıldığı manastırdan Attila'ya bir nişan yüzüğü göndererek kendisiyle evlenmeye hazır olduğunu bildirdi. Bütün Avrupa'ya dehşet saçan Attila, Bizans imparatoru'na daha sert bir mesaj göndererek, nişanlısının kapatılmış bulunduğu manastırdan serbest bırakılması ve müstakbel eşine çeyiz olarak Batı Roma imparatorluğunu yarısını verilmesini istedi. III. Valentinianus , Büyük Türk-Hun İmparatoru'nun bu yeni teklifi karşısında kara kara düşüncelere daldı.
Bunun verdiği huzursuzluk bütün bizansı kapladı. Bitip tükenmeyen korkulu günler ve aylar başladı Doğu Roma İmparatorluğu Sınırları içinde...



     Attila'nın bütün emeli Batı ile Doğu Roma İmparatorluklarının kendisine karşı birleşmelerini önlemekti. İki cephede birden savaşmak istemiyordu.Doğu Roma'yı bu huzursuzlukta bırakdıktan sonra ani bir kararla Batı Romaya Yürüdü. Bir hallaç pamuğu gibi attı Batı Roma İmparatorluğu'nu Roma'ya Girmesinin gün meselesi halini aldığı bir sırada, Papa III. Leon, bizzat Atilla'nın Karargahına giderek Roma'yı Çiğnememesi için ricada bulundu. Hatta bun için kendisine yalvardı. Papa'nın bu yalvarışı karşısında istilayı durdurmayı kabul eden Attila Romalıları çok ağır bir vergiye bağladı.



     Sekiz yıl içinde bütün Avrupa'da eşi görülmemiş ölçüde büyük bir istilada bulunan Attila, korku ve dehşet ifade eden tek isim oluvermişti. Bu Yüzden son derece adil bir hükümdar olmasına rağmen, bütün avrupa kendisini barbar gözüyle gördü. Onun etrafına saçtığı büyük korku ve dehşetin psikolojik bir sonuç olmuştu bu yanlış teşhis..



     Attila yanlız büyük bir istilacı ve yaman bir komutan değil,
mükemmel bir hükümdardı. Tarih onu , milletine medeni bir düzen veren ve dünyada posta teşkilatı kuran ilk kişi olarak tanır.



     
Attila'nın ilk eşi ve başkadını Arıkan idi. Ölümünden sonra yerine geçen oğlu İlek'in anası olan Arıkan'dan başka birkaç kadın daha almıştı. 453 yılında, Büyük Türk-Hun İmparatorluğu'nun başkenti olan Etzelburg'da (Bugün Macaristan sınırları içinde olan Attila şehri)
IIdiko adında genç bir kızla evlendi. Elli sekiz yaşında olmasına rağmen son derece dinç ver kuvvetli idi. Zifat gecesinin sabahında bütün Avrupa'yı tir tir titreten büyük cihangir yatagında ölü bulundu. Ağzından, burnundan boşalan kanlarla, bütün yatak kıpkırmızı olmuştu. Ölümünün şidetli bir burun kanamasından mı, bir hastalıktanmı, yoksa bir suikast sonucu mu meydana geldiği kesinlikle anlaşılamadı.



     Cenazesi ölümünün ertesi günü yapılan çok büyük bir törenle kaldırıldı. Cesedi altın bir tabuta konulmuştu. Bu tabut önce gümüş, sonra demir bir mahfazın içine yerleştirilmiş ve böylece toprağa verilmişti.Attila, ölümünden sonra, kimse tarafından rahatsız edilmeden ebedi uykusunu uyumak isterdi Bunu, böyle vasiyet etmişti.
Bu nedenle mezarını kazıp kendisini toprağa verenler okla vurulmak suretiyle hemen oracıkta öldürüldü. Sonra mezarının yanından geçmekte olan bir çayın mecrası değiştirildi, sular başka tarafa, çok muhtemel olarak mezarın üzerinden verilen yeni mecradan akıtıldı. Böylelikle büyük cihangirin arzusu yerine getirilmiş oldu. Ne yazık ki bugün mezarının yeri dahi bilinmez....


Avrupa hun imparatorluğu

Attila zamanındaki Hun toprakları

Wikipedia'da Attila